11 Eylül 2016 Pazar

KEMER, FETHİYE VE KÖYCEĞİZ GEZİLERİNDEN ANEKDOTLAR.

Karadeniz'den başlayan gezimizi, Konya'da bir gece mola vererek Akdeniz'e çevirdik. Yani haritanın üstünden altına doğru öyle dümdük geldik. Gelirken de oraya, buraya, şuraya diye tüm tarihi yerlere uğradık. 



Önce Konya'dan çıktığımızda yol üstündeki Tınaztepe Mağarasını görelim dedim. Seydişehir, Konya'da yer alan bir mağaraymış, toplam uzunluğu ise 1580 metre imiş, Fransız bilim adamı tarafından bulunarak astım hastalığı için doğal tedavi ortamı olduğu söylenmiş, çevresinde otantik restaurantıyla hoş bir ortamdı. Mağaranın sonunda derin bir uçurumun dibindeki su ise biraz ürkütücü görünüyordu.Gezdik beğendik, yolunuz düşerse size de önerelim dedik.  


Yolumuza devam ederek hedefimiz olan Kemer Club Hdros'a nihayet ulaştık. Kemer denizi çakıllarla dolu, hoş esintili bir yer. Burada maksadımız sadece 5 günlük bir deniz tatili idi. Geze geze Akdeniz'e indiğimizden yorgunluğumuzu burada atacaktık. Yedik, içtik, denize girdik, animasyon seyrettik derken 5 gün su gibi geçti. Burayı daha önce gezdiğimiz için bu yıl Kemer'de fazla gezi yapmadık. Ama Kemer'e ilk gelenler muhakkak Olympos Antik Kentini de görmeliler, gece Yanartaş'a gitmeliler, Adrasan, Üç Adalar, Göynük Kanyonu, İkiz Kayalar, Ekopark, Ulupınar ve Selçuklu Av köşkü gezmeliler bence. 


Kemer'den sabah erken ayrıldık. Artık yine yollar bizi beklemekteydi. Bu yıl ki tatil yazımı bir bütün olarak değil de parça parça yazdığımdan, sadece bu yazımı okuyanlar bizim güzergahımızı bilmeyebilirler. 2016 yaz tatilimize Zonguldak'tan başlamış idik. Yolumuz geze geze Akdeniz'e kadar gelmişti. Bir fırsatını bulduğunuzda da o anılarımızı okursunuz.



Kemer'den Fethiye'ye ye geze geze geldik. Arada bir Manavgat, Düden, Kurşunlu Şelalerini de yol boyunca gezdik. Manavgat restore halinde diye midir nedir mahvetmişler gibi geldi. Seneye inşallah burasının düzeni daha iyi olur. Düden Şelalesinin suyu  bu sene daha bol bir şekilde akıyordu. Geze geze dedik ya nihayet Fethiye'ye geldik.  Denize yakın bir oteli tercih etmedik. Yine booking.com'dan seçerek Turkuaz Garden Otel'i kalacak mekan olarak seçtik. Bahçesi hoş, güleryüzlü görevlisi olan bir oteldi ama tek handikabı şehir merkezine uzaklığıydı. Biz araba ile gezecek bir gezi düşündüğümüz için bize iyi geldi ama arabasız olanlar için bayağı uzak bir yerdi. Ayrıca odaların temizliği de pek iç açıcı değildi. Ama burada umduğumuzu bulamadık ama gezgin olarak ta böyle şeyleri de çok takmadık. Kısmet buymuş dedik biz nereleri gezebiliriz diye planlamalarımıza başladık. 



Fethiye, Muğla ilinin 13 ilçesinden bir olup, kentin eski ismi Meğri imiş, Rumca'da"Uzak diyar" anlamına gelirmiş. Bodrumun sonra gelen 2. büyük ilçe olması hasebiyle Muğla'dan ayrılıp il olmak istiyorlarmış ama devlet büyüklerimiz "cık cık cık olmaaaaz" diyorlarmış. 




Sabah otelin bahçesinde kahvaltımızı yaptıktan sonra 12 Adalar Tekne turuna katıldık. Gerçekten de Fethiye'ye yapılacak en güzel şeylerden biri de tekne turları.  Günübirlik Tekne gezilerinin en popüleri Göcek tarafındaki 12 adalar turu, diğeri de Ölüdeniz tarafına olanı imiş. Bir de yakınlarındaki Dalyan'da olanı var . Ona 3 günü katılacaktık. 





Fethiye'yi oldum olası eşimle birlikte çok severiz. Nedeni ise gezme mekanların çeşitliliği. 



İlk gün için  12 adalar Tekne turunu tercih etik. Katılacak tekneler için  bir sürü alternatif vardır. Biz çocuklu bir aile olarak Aqua Park'lı kaydıraklı olan Hanedan teknesini seçtik. Kaydırağıyla ve atlama trapleniyle kızım çok eğlendi. Büyük tekne kıyılara yanaşamaz dedik ama maşallah tam dibine kadar yanaştı. Güzel balık ikramı yaptılar öğle yemeğinde. Duş  ve merdivenli iniş çıkış sistemi ile yüzme bilmeyenlere bile hizmet etmeye başlamış tekneler. Eskiden sadece tekneler yüzme bilenler bu turlardan zevk alırdı. Açıkta durur, tekneden herkes atlardı. Artık o değişmiş, kıyıya hepsi yanaşıyor. Ben teknedeyken, insanın gözü başka kalır ya. Serap teknesini ve İmparator olan Beyaz kaydıraklı tekneyi de sonradan çok beğendim. Bir daha gidersem Serap teknesiyle giderim dedim. Rahat koltuklu hoş bir tekneye benziyordu yanımızda park ederken. Ama hepsi aynı yerlere, aynı denize hizmet ediyorlar. Bizimkisi sadece şımarıklık olsa gerek. 



Gelelim adalarımıza. 

Bunların hepsine götürmüyor tekneler ama, 12 adalar nedir diye düşünürseniz şöyle kısa bir bilgi vereyim size.. 





12 Adalar turunda, Kızılada, Delikli Adalar, Yassıca Adalar, Tersane Adası, Domuz Adası ve diğerlerine uğradık. Eskiden  Kleopatra Hamamı’nda mola verilirdi.  Bedri Rahmi Koyu, Göbün koyu da ziyaret edilirdi.  Son durak Fethiye çıkışındaki Şövalye adasıyla bitirilirdi. Ama bu biraz kısalmış gibi geldi. Ama deniz zevkimizi doyasıya yaşadık..


Şövalye Adası: Fethiye Körfezi’nin ağzında, körfezi koruyormuş gibi yerleşmiş ada. Rodos Şovalyelerinin kullandığı bu adada bugün de yerleşim varmış,  Yazlıklar, motel ve cafe bulunan ada da  12 Adalar’a düzenlenen turların dönüşünde ki son mola yeri diye bilgi veriyorlar. 

Kızılada: Gün batımında kıyılarındaki kum ve çakılların kızılımsı renk alması nedeniyle bu ad verilmiş. Adada deniz fenerinden başka bir yapı yok. Doğu kıyısı dalgalara kapalı olduğundan demir atmak ve yüzmek için uygun.




Deliktaş Adası: Kızılada’nın kuzeybatısındaki irili ufaklı adalar. Dalış yapmak isteyenler bu adaları tercih ediyor en çok.




Yassıca Adalar: Yassıcalar denilen bu adaların tek tek adları bile yok. Öyle küçücük adalar ki, birileri çıkıp da ad vermemiş. Hepsine birden Yassıcalar denilip geçilmiş. Adalarda hiç bir tesis yok. Büyükçe olanının denize uzanan kumsallı burnunun ucunda küçücük bir havuzcuk oluşuyor. Minik bebekler için özel olarak yapılmış gibi. Burada adalar arasında yüzme macerasını da korkmadan deneyebilirsiniz. Yarım saat kadar yüzebiliyorsanız dört adayı dolaşabilirsiniz. Dilerseniz adalara çıkıp yürüyebilirsiniz. Yalnız yanınızda deniz ayakkabısı olsa iyi olur. Çünkü deniz altında acaip taş ve canlılar var.



Zeytin Ada: Yassıcaların güney ucunda. Özel mülk olan tek ada. Osmanlı dönemine ait bir zeytin sıkma atölyesi de varmış.

Tersane Adası: Körfezdeki adaların en büyüğümiş. Mübadele sonrasında boşaltılmış eski Rum yerleşiminin kalıntıları yer alıyormuş adada. Adanın adını aldığı bir tersane ve gözetleme kulesinin kalıntısı varmış. 



Domuz Adası: Prens adası da deniyor. Bir zamanlar adada bol yaban domuzu bulunurmuş.


Hamam koyu: Mavi yolculuk ve günübirlik tekne turlarının uğramadan geçmediği koy. Mavi yolculuk tekneleri ve yatlar gecelemeyi çok seviyormuş.  Günübirlik tekneler ise genellikle yemek molasını bu koyda veriyor. İskelenin hemen yanı başında, bir bölümü sular altında kalmış Bizans manastırı kalıntılarını göreceksiniz. Tekneden çıkıp kıyı boyunca ve orman içinde keyifli bir yürüyüş yapabilirsiniz. Kıyıda yatlara hizmet veren çardak lokantalar var.

Kendinize güveniyorsanız Kleopatra hamamı koyu ya da Yavansu’dan tepeye doğru yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşle antik kent Lydae’ye çıkabiliyormuşsunuz.




Tersane Adasının kuzeybatısında yer alan Taşyaka koyu, ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir kaya üzerine yaptığı balık resmi nedeniyle Bedri Rahmi Koyu diye anılıyormuş. 



Gösün Koyu: Domuz adasının güneyinde, girişi epeyce dar, çevresi çam ve zeytin ağaçlarıyla kaplı uzunca bir koy burası. Günübirlik tekneler değil ama Mavi Yolculuk teknelerinin demir attığı bir koymuş.

O gün tekneden yorgun argın ama bir o kadar da keyifli olarak otelimize geldik. Sabah erkenden hedefimiz Ölüdeniz ve  Saklıkent idi. 



Sabah kahvaltıda hoş bir çift ile tanıştık. O gün akşam için İstanbul'a döneceklermiş. Bugün bütün gün boş imişler. Otelde 12 de boşaltıldığı için, onlara bizimle isterseniz Saklıkent, Yakapark gezisi yapabilirsiniz dedik. Bu  genç çiftleri de gezdirmenin mutluluğuyla güzel bir gün geçirdik.



Ölüdeniz dünyada eşi bulunmayan bir kumsalı olan bir yer. Af Kule gibi dalış bakımından çok uygun yerlere sahiptir. Turizme açılmış birçok mağaranın olduğu söyleniyor. Doğal yapısı ile Yamaç paraşütü gibi alternatif sporlar yapılmaktadır. Kelebekler Vadisi ve Kabak Koyu gibi doğası bozulmamış çok özel bölgeler var. Kızım burada yamaç paraşütü yapanları görünce çok heveslendi. Bakarız dedik ama son günü bu tecrübeyi ona yaşattık.


Güzel durgun bir su olan Ölüdeniz'de misafirlerimizle birlikte  denize girdik. Geçen yıllara nazaran suyu ve çevresi daha temiz geldi. Belcekız plajına şöyle bir bakarak geçtik. Arabayla Babadağ sırtlarına doğru bir tur yaptık.  Yol devam ederken bir de Kaya Köye uğrayalım dedik. Yıllar önce mübadele zamanında terk edilmiş bir Rum köyü. Biraz atıl durumda ama, yine de değişik bir köy.. Tam filmlere plato olabilecek bir mekan.






Oradan vaktimiz kalmaz diye Saklıkente doğru geldik. 

Saklıkent Kanyonu, Antalya/Muğla sınırını çizen Eşen Çayının kolu olan Karaçay'ın oluşturduğu bir kanyonmuş, kalkerli arazi fay çatlakları ile sarp ve derin bir kanyon oluşturmuş. Bu kanyona geçmek için oldukça soğuk olan sudan karşıya geçiyorsunuz. 



En zevkli yanı da bu sudan karşıya geçmek zaten. Sonra gözünüz yiyorsa, ilerde şelale var diye diye bayağı yürüyüş yaparsınız. Ben 2-3 kere buraya gelmeme rağmen kendimde şelaleye kadar gidecek gücü bulamadım. Belli bir noktadan döndüm. Ama eşim ve oğlum bu tecrübeyi yaşadılar yıllar önce. 

Bu kanyonu bir çobanın keçisinin buraya kaçmasıyla keşfettiği söylenmektedir. Daha sonra da Çevre ve Orman Bakanlığı burayı Milli Park ilan etmiş. 

Sonra Saklıkentin biraz ilerisinde Gizli Bahçe denilen yeri şöyle bir gezdik. Yanımızda bulunan genç çiftimize daha çok yerler gösterebilmek adına kısa bir yürüyüş yaparak Yakapark'a yöneldik.

Yakapark Alabalık yetiştirip güzel bir ortamda halka sunum yapan hoş bir yer. Balıkları masa üzerindeki suda ellerinizle yakalıyorsunuz. Bunları ertesi gün pişirmek için topluyorlar. İçiniz cız ediyor bir an. 5 dakika önce ellediğiniz balıkların, yarın bir vatandaşımızın güzel midesine ineceğini düşündükçe bir hoş oluyar yüreğiniz. Dünyanın kanunu diye kendimizi teskin edip, gelen alabalıkları midemize indirip, genç çiftleri İstanbul Otobüslerine yetiştirmek üzere Fethiye'ye döndük.

Arkadaşları yolcu edip, otelimizde güzel bir uyku çektikten sonra ertesi sabah erkenden Dalyan Tekne Turuna yetişmek üzere otelden ayrıldık. Küçük teknelerle Dalyan'da güzel bir tekne yolculuğuyla İztuzu plajına geldik. 

Dalyan, Köyceğiz Gölü ve Akdeniz'i birleştiren ana kanal üzerinde bulunuyormuş. Dalyan kanalının denize ulaştığı yer olan İztuzu plajı da deniz kaplumbaları Caretta Caretta'larının yumurtalarını bıraktıkları kumsal imiş. Genellikle Haziran ve Temmuz aylarında yumurtlama mevsimleri imiş.


Şansımıza kocaman bir kaplumbağa'yı simit çabasıyla gün yüzüne çıkınca gördük. İztuzunda denize girmiş biri olarak, tam biz yüzerken bu bizim yanımızda çıkaydı ne yapardık dedik. Oğlum buna şöyle bir yorum getirdi. "Düşünsenize sizin yumurtladığınız ve eviniz olan yere her gün motorlarla bir sürü insan geliyor. Kaplumbağalar sinirlenmesinde ne yapsınlar" diyor. Düşününce bir daha burdan denize girmek mi tövbe dedik, ama bir daha ki sefere kadar unutur muyuz? Eveeet. 

Tekne turunda önce çamur banyolarının olduğu yere geldik. 1 saatlik bir çamur banyosu molasından sonra, İztuzu sahiline gittik. 

 Yemek molasından önce tekne sahibi bizi tatlı gölde de suya girme keyfini yaşattı. Buranın meşhur olan Mavi Yengeç için de sipariş verdik. Tekne gezisi dönüşü pişmiş yengeçleri teknemize alarak yolumuza devam ettik. Ben hayatta yemem yengeç dedim. Sadece yiyenleri seyrettim. Yemesi bile ürkütücü geldi bana. 

Akşam yine yorgun argın otele geldik. Otelde güzel duş aldıktan sonra akşamları Çalış Plajı ve Fethiye merkezde  yemek yeme işini gerçekleştik. Çalış Plajında ışıkların ordaki Mehtap Lokantası yemekleri güzel bir mekan. Her gece değişik menümüzü burada yedik ve Çalış sahilindeki Türkü Çadırında müzik dinletisi dinledik.

Fethiye'deki son günümüzde buraya gelme hedeflerimizden biri de kızıma Yamaç Paraşütü yapmak idi. Burada Babadağ'dan atlayarak güzel bir yamaç paraşütü yaptı. Bu tatil onun için çok güzel bir deneyim oldu. Önce Zonguldak'ta madene indi, sonra Fethiye'de yamaç paraşütü ile gökyüzüne çıktı.



Yamaç paraşütünden sonra yolumuz bizi Yeşilçay'a doğru götürdü. Orada güzel bir ortamda eşim ve kızım salıncaktan atlayarak soğuk suya daldı. Çayın suyunun soğuk olması sebebiyle onlar için hoş bir tecrübe oldu. Bense sadece bir salınayım dedim o kadar. 

Daha sonra kızımın yine çok görmeyi istediği Köyceğiz'e gittik. Köyceğiz bir gün önce üzerinde tekneyle gezdiğimiz göl kenarına kurulmuş hoş bir yerdi. Burada güzel bir mekanı tanımış olduk. 

Avangart Cafe  Restaurant henüz bir hafta olmuş açılalı. Tek kelimeyle harika bir yer. Yolunuz Köyceğize düşerse muhakkak ama muhakkak buranın  güzel yemek sunumuyla bir şeyler yiyin. Sahiplerine teşekkür ediyorum böyle güzel bir tesisi Köyceğize kazandırdıkları için. Garson arkadaşımızın ismini alamadım. Ama güleryüzlü hizmetini unutamayacağım. Bu yüzden onları sayfamda tanıtmaya karar verdim. Aşağıda facebook linkleri var. Oldu da Köyceğiz'e yolunuz düşerse bu güzel işletmeye uğramanızı  yine şiddetle tavsiye ediyorum. 

Köyceğiz'den Didime doğru giderken önce Dalaman'da bir  arkadaşımıza merhaba dedik. 2 saatlik bir kahve molasından sonra Azmak gölü kıyısında hoş bir yer gördük. Hemen arabamızı oraya doğru yönelttik. Kızım ve eşim de orada soğuk sulara dalarken, sohbeti hoş bir çift ile tanıştık.

Dedim ya bu yıl ki gezilerde çok güzel insanlarla tanıştım. Ayaklarımızı suya sokarken İstanbul'dan Kıbrıs'a radikal bir kararla yerleşen bu aile sohbetleriyle bizi mutlu ettiler. 5 dakika kalacağımız yerde belki de yarım saatten fazla kalarak bu aileyle sohbet ettik.

Ayrılırken öğrendik ki; sohbetimizin renkli şahsiyeti beyefendi Kurtlar Vadisi dizisinde bir dönem Rus Baron'u oynayan Mehmet Emin Yanık imiş. Kendisiyle uzun sohbetin sonunda söyleyince yol boyunca kendisiyle ilgili haberi bulup okudum. Meğer renkli bir kişilik ile tanışmışız da haberimiz yokmuş. Yolunuz İstanbul'a düşer ise bekleriz diyerek ayrıldık. Bu tipik bir laf ama olsun  ama ben tanıştığımız tüm kişileri bekleriz diyerek ayrıldım. Belki birgün biryerlerde bu insanlarla yine karşılaşırız.  Tanıştığımız kişinin işte haber linki de burada.. Değişik insanlarla tanışmak, gezilerin hoş rastlantılarıydı işte. Serpilin Gezi Rehberini takip ederler mi bilemem ama ben tanıştığım tüm ailelerden ahsetmeden gezi notlarımı tamamlamadım. Seviyorum bu renkli kişilikli yurdum insanlarını.  http://www.haber7.com/etiket/mehmet+emin+yan%C4%B1k bu haberden okuyarak kendisiyle tanışabilirsiniz. 

Kemer, Fethiye, Köyceğiz turumuzu Didim'e yerleşen arkadaşımızın evinde bir gece konaklayarak sonlandırdık. Bu arada gezerken Kaş'da bir limonata molası, yol üstündeki güzel yerlerde ayran molası, Kaputaş plajında deniz molası ve unuttuğumuz bir sürü güzel yerlerde resim molası ve bir de Manisa Akhisar'da akraba ziyaretinden sonra, kışımızı geçireceğimiz canım evimize doğru yönelttik. Geride kalan hoş seda ise Serpilin Gezi Rehberine yazdığımız gezi anıları olacaktı. 

10 Eylül 2016 Cumartesi

SELÇUK, EFES VE GİDİLMESİ GEREKEN BİR OTEL


İzmir'in şirin ilçelerinden biri olan Selçuk, İstanbul'dan gidenler için  ya tatile çıkarken, ya da tatilden dönerken uğranılacak hoş bir beldedir. Burada turistik tarihi gezilerinizi yaparsınız. 

Denizi aramazsınız;  çünkü deniz tatilinizi ya yapmış, ya da yapacak olduğunuzdan, sadece enfes Efes Antik kentini görebilmek, Şirince'yi gezebilmek, vaktiniz  varsa, Selçuk'taki Meryem ananın evini ziyaret edebilmek, buraya yakın Çamlık Lokomotif müzesi ve Selçuk girişindeki Çetin Minyatür evini gezebilmek üzere burdasınızdır. 


Selçuk ilçesine, sadece Efes Antik kentini küçük kızımıza gösterebilmek üzere 1 günlüğüne uğradık. Bunun içinde booking.com sayfasından bulduğumuz bir otele yerleştik. 

Tüm gezi severlerin kalmaktan hoşnut olacağı bu oteli de sizlere tavsiye etmek gönül borcum olsun. 

http://www.ephesuspalace.com/ sayfasından  da görüleceği üzere gönül rahatlığıyla kalınabilecek hoş otantik bir otel. Sahipleri canı gönülden hizmet eden Mehmet bey ve Handan hanım. Öncelikle bu otelde iyi ki de kaldık diyerek odamıza yerleştik. Serpilin Gezi Rehberinden bu oteli okuyup da gideceklere çok yardımcı olacakları da bir gerçek.

Sabah ilk işimiz, Efes antik kentini gezmek olsun dedik. Ama otel sahibinin hazırladığı güzel kahvaltıyı, sohbeti bırakamadığımızdan biraz geç gezimize geç başladık. Bu arada sohbeti bol, bizim gibi gezmeyi seven güzel bir aileyle, bu otelin kahvaltı masasında olmakta günümüzü renklendirmişti.  Otel  sahibinin öncelikle müzeyi gezmeniz gerektiğini söylemesi üzerine ilk geziyi Efes Şehir Müzesinden başladık. 

Müze görkemli kentin zengin müzesi diye anılıyor. Müzede, Efes Artemis heykeli, yunuslu Eros, tavşanlı Eros, Eros başı, Priapos heykeli, mermer Artemis haykele, Mısırlı rahip heykele, İsis heykeli ve çeşitli mitolojik tanrı heykelleri ile bizim meşhuuur Sokrates'in başı bulunuyor. Bizim dedim çünkü oğlumun oynadığı "Sokrates Savunuyor" isimli tiyatro oyunun da Sokrates ile pek bir yakından haşır neşir olmuştuk, o yüzden bu samimiyetim. Antik çağdan başlayarak Osmanlı dönemini de kapsayan altın, gümüş, bakır sikkeler, takılar da müzenin bir bölümünde yer alıyor.

Müzeler için muhakkak Müzekart almanızı öneririm, daha doğrusu geziye çıkmadan önce Müzekartınız hep cebinizde olsun ki tüm ören yerleri ve müzeleri uygun olarak gezin.

Efes Antik Kentine geldik. Bol dükkanlı girişinden sonra Müzekartımızla antik şehre ağaçlıklı bir yoldan girdik. İlk başta soldaki antik tiyatro dikkatinizi  çekiyor. Ama bizim için diğer dikkati çeken bir konu da kulağımıza gelen hoş bir müzik parçası idi.   Bir baktık ki bizim  Türk kızımız antik tiyatro da  güzel sesiyle güzel bir opera parçasını seslendiriyor.  Bu sesi dinlemek için aşağıda çektiğimiz videoyu izleyebilirsiniz.


İstanbul Üniversitesi konservatuarında okuyan bu öğrenciyi önce İspanyol bir turist zannettim. Meğerse bu güzel ses, bizim halis malis Türk genci imiş. Mikrofonsuz olarak seslendirilen bu parçanın tiyatronun her bir bölümünden net duyulması, o dönemdeki ses akustiğinin ne kadar güzel olduğunu bize bir kez daha kanıtladı. Tarihi derinliklerinden gelen bu eser, hala ilk günkü gibi dimdik ayakta idi. Bir de restore edelim diye Aspendos'daki gibi mutfak mermerleriyle burayı da mahvetmezlerse iyidir. Tiyatroda ön taraftaki koltuklar buranın aristokrat tabakası için yapıldığını gösteriyordu. Tüm antik kentlerde muhakkak anfi tiyatro olması, sanata ve sanatçıya olan önemi vurguluyor değil mi?

Efes, o zamanın antik bir Yunan kentiymiş. İçinde ki en önemli eserlerinden biri tüm kartpostallara konu olan  Celsus Kütüphanesi. Tiyatronun yanındaki yoldan gidince, bu kütüphaneyi görüyorsunuz. Hep kütüphane , hem de mezar anıtı olarak görev yapmış o dönemlerde. Efes valisi Celsus ölünce, oğlu buraya hem kütüphane, hem anıt mezar yaptırmış. 

Kütüphaneye sırtınızı döndünüz mü karşınızda uzun bir yol görüyorsunuz. Bu yolun sağ tarafında  yamaç evler, sol tarafında da aşk evi denilen bir yapıt var.

Yamaç evler o dönemin zengin halkının barındığı yerler. Şu dönem de de yine oraya ayrı bir ücret ödeyerek giriliyor. Müzekart geçerli olmuyor. Halen zenginlere para kazandırılıyor. Devir hiç değişmemiş yani.

Tam karşısında ise,  Aşk evi denilen bir yer var. Yani günümüzün Genelevi imiş. Kütüphane ve Aşk evinin çok yakın olması da bayağı düşündürücü..  O dönemde,  Kütüphanenin altında aşk evlerine gizli bir yol olduğu söyleniyormuş. Mesela;  "ben kütüphaneye gidiyorum kitap okuyacağım hanım, beni merak etme"  dese bir adam, hanım ne de çok seviniyordur.  Ama alttan tünelle Aşk evlerine geçiliyormuş. Girişte bir kadın ayak izi ve kadın resmi olması da, burada istenirse  kadın bulunacağını bilgi vermek içinmiş. İlginç ve bir o kadar da komik bir durum sanki. Bir rehber İngilizce anlatırken bu olayı.. Turistler kütüphaneden çok bu evi incelemeye başladı.  O dönemlerde bu evin,  buraya gelen denizcilere hizmet ettiği söyleniyormuş. 

Şehrin bir ilginç yanı da tuvaletleri, kanal sistemleri. Latrina adı verilen dünyanın ilk umumi tuvaleti olduğu söyleniyor. Yaklaşık 50 kişilikmiş, ama aralarında hiç engel yok. Herkes umuma açık. Eee ne yapsınlar doğal ihtiyaç, maksat halka hizmet.  

Efes,  aslında muhakkak rehber veya sesli sistem ile gezilmesi gereken bir yer. Bu bilgileri diğer rehberlerin konuşmalarından ve tabelalardan okuyarak yazıyorum. Gördüğüm yerleri bir de dönünce okumak bana her zaman daha öğretici geldiği için, Efes yazım da da belki gidenlere bilgi olması açısından bu bilgileri hazırladım. 

Selçuk'ta diğer görülmesi gereken yerlerden biri de Şirince köyü. Maya takvimine göre bir tek bu köyün kıyametten etkilenmeyeceği inancıyla, son yıllarda bu köy çok ilgi çekmeye başlamış.  Yıllar önce gittiğimde köy kahvesinin yanındaki alanda bu köyde yetişen şeftalilerin kamyona yüklenmesini  seyretmiş, mis kokular içinde Şeftali kokan köy diye anlatırdım herkese. Kıyamet burada kopmayacak denince şeftaliler unutulmuş,  başka bir misyona bürünmüş bu canım köy. 


Selçuk'tan geçenlerin görmesi gereken diğer bir yer de Çetin Maket Köyü. 15 yıl önce ilk açıldığında bu müzeyi gezmiştik. Günümüze kadar bayağı eklemeleri olmuş hocamızın. Emekli öğretmen Ayhan Çetin'in kendi köyünün maketlerine yaparak ortaya çıkartığı bu şirin müzeyi görmemeniz size çok şey kaybettirir. 


Ayhan Çetin emekli fen ve matematik öğretmeni imiş.  Tüm maketlere yaptığı mekanizmalarla gezdiğiniz konsepte uygun maketler hareketleniyor. Çok beğenilen harika bir müze.. Selçuk çıkışına yakın bu müzeye yoldan geçerken muhakkak girin derim. İstanbul'da oturanlar için Miniaturk'de de Çanakkale konseptli bir çalışmayı yine Ayhan hoca hayata geçirmiş. Çok dahi bir şahsiyet. 

Konya'nın Akviran köyünden çıkmış Ayhan hoca ama, çocukluğunu, köyünü, ailesini unutamamış, oranın maketlerini yapmış, müzenin kenarlarında da değişik meslek gruplarının küçük küçük evlerini hazırlamış. Yani müze Sunay Akın'ın dediği gibi  çocuğunuzla gidip, çocukluğunuzla döneceğiniz hoş bir ortam. 



Selçuk'a hep bu antik yerleri dolaşmak için giderdim. Ama bu sefer kaldığımız bu otel de Selçuk ilçesini bize daha çok sevdirdi. Anz otel ve Ephesus Palace otelinin sahipleri Mehmet bey ve Handan hanımın otel dizayn ve sunumları ile biz buraya sadece haftasonu kalmak adına da gelebiliriz diyerek ayrıldık. Bu arada gezi boyunca canım yurdum insanları ile tanıştık demiştim ya,  bu otel sahiplerini de bunlara ekleyebilirim.

 Ayrıca;  aynı otelde kaldığımız bir aileden de bahsetmeden geçemeyeceğim.  Ankara'da yaşayan   gezi meraklısı bu  aile de aynı bizim gibi bu otelin sahiplerine hayran kaldı. Hatta birlikte bir teklifte bile bulunduk. Çok güzel bir  ruhla işlettikleri bu otelin aynısını deniz kenarında da açmalarını talep ettik. Güzel bir dostluk ile tanıştığımız bu yeni arkadaşlarla bir gün bir yerlerde belki yine buluşuruz diyerek, yaşadığımız şehirlerimize dönmek üzere ayrıldık. 

ZONGULDAK'TAN ÇIKALIM YOLA, KONYA'DA VERELİM MOLA..

Kara Elmas Şehri ZONGULDAK
Bu yıl Yaz tatilimiz, bir yakınımızın düğünü sebebiyle Zonguldak ile başladı. Hiçbir yere rezervasyon yapmayarak, kafa nereye biz oraya şeklinde 15 Ağustos 2016 Pazartesi günü İstanbul’dan çıktık yola. Zonguldak’da verdik mola, sonra gezelim bu şehrin ilçelerini diyerek,  Konya’da dinlenerek, Akdeniz'e inerek,  deniz tatiliyle gezimizi sonlandırdık. 

Bu geziden en çok neden mi zevk aldık?

Çok ilginç karakterler ve yurdum insanlarıyla tanıştık, güzel yerler gördük, bilgilendik, size aktarmaya karar verdik.  

Şimdi ilk durağımız Zonguldak ile başlayalım bu yıl ki gezimize.

Zonguldak Karadeniz’e kıyısı olan bir ilimiz. İstanbul’dan Zonguldak’a molayla beraber  yaklaşık 5 saatte ulaşabiliyorsunuz.

Deniz kenarındaki Zonguldak Öğretmen evine rezervasyon yaptırdık. Üç gün  konaklama için hoş bir yerdi. Ücreti de gayet uygun olan bu yer orta halli gezginlerin kalabilecekleri şehir merkezinde bir otel.

  
Zonguldak sarp yamaçlara kurulmuş bir şehir gibi geldi ilk
bakışta bana. Karaelmas denilen madenin memleketi olması sebebiyle midir nedir soğuk ve kara bir memleket gibi göründü ilk anda gözüme.


Zonguldak, 8 ilçe, 25 belde ve 374 köyü olan deniz kenarında bir yermiş, Alaplı ve Marmara Ereğlisi de  Zonguldak’ın gezilmeye değer ilçelerinden ikisi. Çaycuma, Devrek, Gökçebey, Kozlu ve Kilimli de varmış ama onları gezmeye zaman bulamadık. Alaplı ve Marmara Ereğlisi gezisiyle ancak 3 güne sığabildi.

İlk akşam Zonguldak’ın en güzel deniz manzaralarından birine sahip olan Eliza Düğün Sarayında yakınımızın düğününü yaptık. Sakin, hoş ve nezih bir düğün oldu. Burada adet gelinler arkası açık araba ile deniz kenarlarında hoş pozlar veriyor, bu da uçsuz bucaksız Karadeniz manzarası ile güzel görüntüler oluşturuyormuş.

İkinci gün, ilk işimiz namını duyduğumuz Gökgöl Mağarası oldu. Mağara, bu güne kadar gördüğüm en güzel dizayn edilmiş ve gezilmesi hoş,  görülmeye değer bir yer. Zonguldak yolcularının burayı görmesini tavsiye ediyorum muhakkak. 



Gökgöl Mağarası, Karadeniz Bölgesi'nde, Zonguldak ilinin merkez ilçesinde mağara. Zonguldak’ın 5 km güneydoğusunda, Zonguldak-Çaycuma karayolunun hemen Zonguldak girişinde, yolun sağ kenarında yer almakta, traverten, sarkıt dikitlerin güzel ışıklandırmayla süslemesiyle çok güzel bir mağara.Tipik mağara efsanesi burada da geçerli, astıma, nefes darlığına iyi geldiği. 

Bolca bu havayı  içimize çektik ve  yolumuza devam ettik.

Gökgöl Mağarasından ayrılıp giderken,  kızımın “Aaa Maden Müzesi “diye bağırmasıyla anında bir U dönüş yaptık. İyi ki de yaptık. Çok güzel bir müzeyi görmüş ve kızımın aklından hiç çıkamayacağı maden macerasını yaşamış olduk.



Maden müzesi, Zonguldak’ın gidilmesi görülmesi gereken çok önemli bir müzesi. Tüm teknolojik ve modern tanıtım cihazlarıyla donanmış bu müzede, dokunmatik ekranlarla sanal maden turu yapabiliyorsunuz. Heykellerdeki gerçeklilik sizi şaşırtıyor. Kömür taşıyan heykellerdeki alın terinin bile ince ayrıntısına kadar düşünülmesi, bana yüz karası değil, kömür karası şiiriyle özleşecek hoş ayrıntıları hatırlattı.  Gökgöl mağarasının modern yürüyüş parkurlarını yapan ve bu teknolojisi üstün Maden Müzesini halka kazandıran yetkilileri buradan kutluyorum. Çok güzel bir müze yapmışlar gerçekten de. 

Tam müzeden çıkıyorduk ki bir bey bize seslendi. "Madene de inmek ister misiniz?" diye. Önce şaka yapıyor zannettik ama meğerse hayatımız da yaşayayacağımız önemli bir geziyi bize yaşatmak için sesleniyormuş. Kim mi bu kişi Yüksek Maden Mühendisi Sefa Elibol. 






Kızıma ders niteliğinde bir maden gezisi yaptırdı. Üstümüzde çizme, başımızda baretlerle tam bir madenci edasıyla maden gezimizi yaptık. Burası aslında  eğitim ocağı imiş. Öğrencileri eğitim için kullanılıyormuş. Ama bizim için çok güzel bir gezi oldu. Sefa Elibol 3 ay sonra emekli olacağını bize söyledi, gerçekten de mesleğine bu kadar aşık ve ilk günkü aşkla anlatan birini daha görmedim. Dedesi de madenci olup, kendisi de bu madenlere 43 senesini vermiş. Bu gezide ilk karşılaştığımız Yurdum insanı Sefa Elibol’du. İnanılmaz bilgi dağarcığı olan bir şahsiyet. Böyle bilgisini gizlemeyen güzel insanlara çok teşekkür ediyorum. Gezimizin diğer saflarında da yine çok değerli şahsiyetlerle tanıştık. 

Akşam, Zonguldak’ın en lüks semtlerinden biri olan Fener semtine gittik. Denize tepeden hakim bir manzarasıyla piknik severlerin güzel bir mekanı idi.

Zonguldak’ta gece dolaşırken, İstanbul gibi denize sıfır oturma cafeleri aradık. Ama burada denizi hep sarp kayalıkların üzerinden seyrediyorlar. Akdeniz ve Marmara bölgesi gibi deniz kenarı cafeler pek Karadenize özgü değil sanki. Bunu Alaplı’da da gördük. Karadeniz Ereğlisi biraz daha cafe mekanlarına önem vermiş ama Zonguldak tam bir sarp kayalar üzeri bir memleket.. Tüm mekanlar kayalıkların üzerine yapılmış. Demek ki burada bu şekilde oturma anlayışı var diye düşündük.

Sabah kalkıp öncelikle Karadeniz Ereğli’sine gittik. Çok sıcak bir memleket. Burayı Zonguldak’tan daha çok sevdik. Öncelikle Cehennem ağzı mağaralarını gezdik. İlginç efsanesi olan bir mağara, Yanan taşların ya da maden kömürünün Ereğli de bulunmasından mı Cehennem ağzı denmiş bilemedim. Yanmak ve Cehennem isimlerinin bu mağarada aynı anda anılması biraz ilginçti. Çocukların iyi bildiği roman kahramanı Hades, Herakles, Olimpos gibi karakterlerin adının geçtiği bir efsane mağara. Hades Ölüler ülkesinin tanrısı imiş, Hadesten çalınan ölümsüzlük maskınında Ereğli de oturan bir yaşlının evinde olduğu söyleniyormuş. Buraya o tarihte gelenler, bu mağaraya girerek Kerberosu yeryüzüne çıkarmış, Hades izin vermiş gibi karışık bir efsanesi var. Mitolojinin özel işlerine karışmayalım dedik sadece bu güzel mağarayı gezdik. Ama Gökgöl mağarasının üstüne biraz vasat düz bir mağara geldi. Ama görülmesi gereken yer listesinde olması gerekiyor gezginlerin.

Mağaranın yanında Antep Sofrası diye bir mekan kurulmuş, burada muhakkak Lahmacun yemelisiniz derim. Güzel bir mekan, kahvaltısı ve kebapları tam antep usulü. Yolu düşenlere özel tavsiye. 

Mağaralardan çıktıktan sonra deniz kenarındaki Gazi Alemdar Gemisini müze haline getirilmiş haliyle gezdik. 1. Dünya savaşında kömür ocaklarının işletim hakkı Almanlara verilmiş, Buna kızan Ruslar, Ereğli’yi bombalamış, Fransızlar burayı işgal edince, bir grup vatansever Alemdar isimli küçük savaş gemisini limana getirerek burayı Fransızlara yar etmemişler. Kurtuluş savaşının ilk ve tek deniz savaşı bu gemiyle gerçekleştirilmiş, Alemdar gemisi şimdilerde aslına uygun olarak sahilde müze olarak halkın ziyaretine açılmış, sahil çok güzel bir şekilde müzeye uygun restore edilmiş, çiçeklendirilmiş. 

Müzeden çıkınca arabayla tepedeki Ereğli Müzesi de denilen “Halil Paşa Konağına” gittik. Şehrin manzarasına hakim harika bir konak. Ücretsiz gezilebilecek güzel müze. Müzenin dizaynını çok beğendim. Bahçesinde Osmanlıca yazılan mezar taşları bulunuyor. Güzel yanı bu mezar taşlarının Türkçe mealleri de yanlarına iliştirilmiş. Osmanlıca yazılan yazıtların  türkçeye çevrilmesi bana çok ilginç geldi. Oradan güzel mezar yazıları okuduk. Allah gecinden versin diyerek bir tanesini de kendi mezar taşımıza yazılmak üzere de seçtik. 



Ev Halil Paşanın resimleri ve eşyalarıyla ve bunu canlandıran heykellerle süslü. Çok güzel bir müze gezilmesi gerekenler listesine bunu da almalısınız.

Karadeniz Ereğlisini arabayla şöyle bir panoramik gezdikten sonra ikinci durağımız şirin ilçemiz Alaplı.


Alaplı hep merak ettiğim, ismini çok duyduğum deniz kenarında hoş bir ilçe. Orada bulunan arkadaşımızın bize canla başla davet etmesi hasebiyle onları da bir ziyaret edelim dedik. Burada tüm evler deniz manzaralı. Tabiri caizse tıpkı bizim Boğaz havası. Güzel manzaralı evi olan İstanbul’dan  arkadaşım, bizi güzel evinde ağırladı. Samimi anne ve babasıyla tanıştık. İşte gezimizin ikinci yurdum insanıyla da burada tanışacaktık. Dehası bilgisiyle bizi kendine hayran bıraktırdı. Arkadaşımın babası Yaşar Arıkan. Tamamen kendi bilgi ve dehasıyla evinin bahçesinde tropikal bir cennet yaratmış.Güney Amerika anavatanı olan pepino meyvesi ve Meksika meyvesi olan Tomatillo'yu bahçesinde yetiştirmiş,

Mango, papaya, pepino meyvesi, ananas,  tomatillo, kivi gibi meyveler için 4-5 saatini bahçesinde geçiriyor. Özel sulama sistemleriyle onları suluyor. Şeker hastalığı ve kansere iyi geldiğini söylediği meyveleri yetiştirmekten başka da bahçesine yaptığı güzellikleri de söylemeden geçemeyeceğim. Böyle dahi yurdum insanlarını tanımaktan bu gezide çok keyif aldım.


Aynı akşam bizi fındık bahçelerine götürdüler. Fındık bahçesinde kendisine has icatlarla yaptığı kuyu tulumbasını elektrik hale getirmiş, süt şişelerinden bahçe duvarı yapmış ve yetiştirdiği tropikal sebzeleri de Türkiye’ye kazandırmış, biz ailece kendisine hayran kaldık ve o da güzel anlatımıyla da bilgilerini bize aktardı. Güzel bir misafirperverlikle Alaplı’dan ayrıldık.

Yolu Karadeniz'den Akdeniz’e geçecek biri olarak arada durak olarak Konya’ya seçtik. Bir gece de Konya da kalarak Mevlana hazretlerini ziyaret ettik.

Mevlana hazretlerinin Gel, Ne olursan ol yine gel beyitini, biz uzun yola giderken ortadayız, bize de gel dinlen, gece yol sürme diye algılayarak Konya'da  mola verdik. O gün Mevlana’yı gezdik. Mevlana’nın güzel türbesi ve etrafındaki güzel mekanları gezebildik. Konya’ya özgü şekerlerden aldık. Konya'nın meşhur etli ekmeğini yemeden olmaz diyerek, Merkezde bulunan Delta isimli bir lokantadan etli ekmek yedik. Garsonun şirin tavrı, başka yer aratmadan bizi burada yemeye zorladı. Mevlana’ya karşı yemeğimizi yedik.

Konya'daki konaklama mekanımız Konya Polisevi idi. Polis evi artık herkese açık olan bir mekan. Polis kardeşlere indirimli olurken, biz yurdum insanlarına da cüz'i bir miktarla pazarlanan temiz bir otel. Bu Polis evi Konya için herkese önereceğim bir mekan.

Konya'daki otelimizden sabah kahvaltımızı yaparak yolumuzu Akdeniz'e doğru çevirdik. Yol boyunca bizi çeken kahverengi tabelalalara bakmadan geçemedik. Geze geze Kemer’de Hyros Club geldik. Burada rutin deniz, yemek kum tatilimizden sonra yine Evliya Çelebi yönümüzle yolumuz Fethiye'ye doğru yöneldi. Fethiye izlenimlerimi de Fethiye yazımda okuyabilirsiniz.

Yani sözün özü, Zonguldak gidilmesi görülmesi, gezilmesi, ben orayı da gördüm denilmesi gereken bir ilimiz. 67 plakalı, alfabemizin son harfiyle biten ilimiz derseniz Zonguldak deriz ve bulmacayı bitiririz.  

Maden Mühendisi Sayın Sefa Elibol ve tropik meyve yetiştiricisi Sayın Yaşar Arıkan da gezimizin bu bölümündeki önemli şahsiyetler, diğer yazılarımda da diğer tanıştığımız önemli şahsiyetleri okuyabilirsiniz. 

Zonguldak’tan Akdenize inecekseniz de önce Konya’da bir mola veriniz, gece gece araba kullanmadan bir de Mevlana’yı görerek gezinize devam etmenizi naçizane Serpil'in Gezi Rehberinin bir tercihi olarak öneririz. Tabii güzergahımız böyle, yok ben oradan değil, buradan giderim derseniz de tercih sizindir derim, ama gezi notlarınızı gönderirseniz bende bu güzergahı öğrenirim. 

25 Haziran 2016 Cumartesi

İSTANBUL'U BİR GÜNDE GEZEBİLMEK

 MERAKLISINA
PROF.DR. HALUK DURSUN'DAN ÖNERİLER 
“İstanbul’un diğer şehirlerden ayrı taraflarını görmesi lazım. Evvela Sultanahmet Meydanı’na gelmesi lazım. Hem Ayasofya başta olmak üzere Bizantik dönem eserlerini görebilir, hem de Sultanahmet Camii’ni, taşları, Hipodrom Meydanı’nı… Çinili Köşk’ü görmesi şart, Arkeoloji Müzesi’ni de… Buralar görüldükten sonra muhakkak geleceği yer, Topkapı Sarayı. Eğer gerçekten meraklı biriyse, Topkapı Sarayı’nın yakınında Büyük Bizans Sarayı’nın mozaiklerini görebilir. Buraların gezilmesi öğlene kadar bitmelidir. Hattâ 10 dakikalık bir tur ile Yerebatan Sarnıcı da haritaya eklenebilir.”

Bu öneriyi yapan şu anda bir çırpıda okuduğum “İstanbul’da Yaşama Sanatı”nın yazarı Haluk Dursun. İstanbul’u görmek için ömrünün sadece bir gününü verebilen bahtsızı işte böyle teselli ediyor. 
Geliyoruz bir günün öğleden sonrasına:
“Eğer gezen kişi Müslüman’sa Eyüp Sultan’a gönderirim. Haliç ve Eyüp Sultan gezisi yaptırarak tarihi bölgeyi bir güne ancak böyle sığdırabilirim. Eğer yabancı ise Eyüp’e değil Boğaziçi’ne gönderirim. Boğaz’ı, yalıları, o bölgeyi gezmeli.” Anlıyoruz ki İstanbul'u görmek için eski İstanbul'u görmek şart.
Eyüp Sultan Camii ise yine Müslüman gezgin için İstanbul'un en önemli mekanlarından. Sahi, neden Süleymaniye değil de Eyüp Sultan? Neden bir günlük listenin içinden Koca Sinan'ın muhteşem eseri yok. "Çünkü Eyüp Sultan'ın İstanbul için önemi daha büyük. Süleymaniye bir mimari mekanlar bütünüdür, muhteşemdir. Ancak; Eyüp bir mistik mekan ve makamdır. Kişi Süleymaniye'de görür, lakin Eyüp'de hisseder."
Ayasofya’yı turist gibi gezmeyin
Listede dikkat çeken bir başka mekân da Çinili Köşk. Pek çoğumuzun görmediği, görse de neresi olduğunu bilmediği Çinili Köşk için Haluk Dursun bakın ne diyor: “Çinili Köşk Fatih’in yadigârıdır. Fatih döneminden kalan tek eserdir. Ancak görmemiş olan çok kişi var; insanlar böyle bir eseri merak etmiyorlar…”

İstanbul gezisi için kısıtlı değil geniş zamana sahip olanlar için yazılmış “İstanbul’da Yaşama Sanatı” kitabında, örneğin;  Sultanahmet ziyaretine yönelik şu nefis satırlarla güzel tavsiyelerde bulunuyor Haluk Dursun,
“Sultanahmet’e öyle doğrudan turistler gibi girivermeyin. Arasta’ya inen yolun üzerindeki tepeciğe çıkın, Hünkar Kasrı üzerinden kubbe ve minarelerini bakışlarınızın içine hapsedin. Yok daha manevî hisler uyandıran, daha derunî tatlar ortaya çıkaran bir ziyaret isterseniz, İbrahim Paşa Sarayı’na arkanızı dönüp, caminin avlu kapısından içeri girip, o taş merdivenleri ağır ağır çıkarak gözünüzü önce iç avluya, sonra şadırvana ve daha sonra birer birer, kubbelere yöneltin. O kubbelerle birlikte siz de arşa yükselin.”
Mistik mekânlar da iyi bilinmeli
Haluk Dursun, Ayasofya Müzesi’nde devam ettiği görevi için mesaiye gelirken çoğunlukla kendisine tahsis edilen makam arabasını kullanmadığını, bunun yerine vapuru tercih ettiğini anlatıyor. Bu arada, Ayasofya’yı da, Topkapı Sarayı’nı da en çok hafta içi ziyarete kapalı olduğu günler sevdiğini belirten hocaya, Ayasofya’nın İstanbul için önemini soruyoruz:
“Ayasofya bir Bizans eseridir. Bizans eserleri görülmeden İstanbul tanınamaz. Bu açıdan çok önemlidir. İnsan istediği kadar Bizans’ı sevmesin, yine de bu eserleri görmek zorundadır. Gül Camii’ni, Zeyrek’i, Aya İrini Kilisesi’ni, Kariye Müzesi’ni görmeden İstanbul’u görmek mümkün değildir.”
Ancak, Bizantik eserler kadar, mistik mekânların da iyi bilinmesi gerektiğini vurguluyor Haluk Dursun. Galata Mevlevihanesi, Yenikapı Mevlevihanesi, Yahya Efendi Dergâhı, Aziz Mahmut Hüdayi, Sümbül Efendi bilinmelidir İstanbullu olmak için.
Aslına bakarsanız, İstanbul’da nerelerin gezilmesi gerektiğine dair bir sohbet için Haluk Dursun’la günlerce konuşmak, hatta birlikte dolaşmak gerekir. Çünkü yukarıda şimdiye kadar zikredilen mekanlar, hocanın aklına ilk gelen ve İstanbul’u az bilenlere yönelik tavsiye edilmiş mekanlar. Oysa, Atik Valide Külliyesi’nden Sultan Abdulaziz’in Av köşküne kadar öyle çok mekan, çeşme, kasır, yalı ve cami var ki…

İstanbul’un derununa aşina olmak
Şu anda İstanbul’da görülmesi gereken noktaları bir liste haline dönüştürdüğünü, bu listenin yüz otuz maddeyi bulduğunu, ancak henüz kesinleşmediğini belirten Dursun, “zaten sadece bu listedeki yerleri gezmek de yetmez” diyor. “İstanbul gezmekle bitmez. Ben hâlâ yeni bir semt ismi öğrenebiliyorum. Elimde defter ve kalem, sürekli gezmeye devam ediyorum. Ancak, İstanbul’u yaşamak isteyen kişi için, gezmek kâfi gelmez. İstanbul’un bir kültürü, geleneği vardır. Bu geleneği bilmesi gerekir ki, ben buna ‘derununa âşina olmak’ diyorum.”
“İstanbul’u bir yüzeyden, satıhtan görmek var, bir de derinliğine girmek var. Bunun için altyapıyı bilmeniz lazım. İstanbul’un kültürüne aşina olmanız lazım” diyen Haluk Dursun, İstanbul’un yalnızca mekân değil, aynı zamanda “insan” şehri de olduğunu belirtiyor. Bununla da bitmiyor; bir de musiki var. Yani, İstanbul, insan, mekan ve elhan (nağmeler) şehri…
“İstanbul, insanlar şehridir. Necip Fazıl’dan Yahya Kemal’e, ‘İstanbullu’ prototipi mevcuttur. İstanbullu, musiki bilir, icra eder, kulak verir. Eski insan üç cepheden müteşekkildir: Akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim. Günümüzde ilk iki şart daha rahat sağlansa da, zevk-i selimde eksiklikler göze çarpmaktadır. Bunun için güzel sanatlarla meşgul olmak elzemdir. Mesela İstanbul’da en güzel ezanlar okunmalıdır. Güzel okunan ezan, İstanbul’un sesidir.”
Bayram namazı Süleymaniye’de kılınır.
Haluk Dursun Hoca, İstanbul’da yaşayan erkeğin bayram namazını mutlaka Süleymaniye yahut bir Selâtin camiinde, en azından Mimar Sinan Camii’nde kılması gerektiğini, mahalle mescidinde bayram namazı kılınmayacağını da ekledikten sonra, bir hatırasını anlatıyor:
“Güzel ezan okuyan bir arkadaşımız var Mustafa adında. Bir defasında bir ekiple Kuzey Bulgaristan’da Şumlu Camii’ne gittik. Oralarda, gittiğim yerlerde, beni tanırlar. Camide ‘ezanı bizim arkadaş okusun’ dedim, kabul ettiler. Mustafa çıktı, hicaz usulü okudu ikindi ezanını. Ekipte bulunan Mehmet Şevket Eygi Ağabey, benim ezanı Mustafa’ya okutturduğumu bilmiyordu. Koşa koşa geldi heyecanla; nasıl sevinmiş… ‘Haluk,’ dedi, ‘burada İstanbul usulü ezan okunuyor!’” 

İstanbul mutfağının temeli balıktır
İstanbul kültürünü, yalnızca insan, mekan ve elhanla da sınırlamıyor Haluk Dursun. Aynı zamanda, bu kültürü oluşturan bir altyapı, İstanbul’un kendine ait şehirsel özellikleri var. Haluk Dursun, “İstanbul’un gastronomi dediğimiz yemek kültürü, flora denilen bitki kültürü, mimarisi, sosyolojisi ve din kültürü, musiki kültürü, fauna dediğimiz hayvan yapısı, tasavvuf kültürü, bilinmelidir. Örneğin kendine has balıkları, kuşları vardır İstanbul’un. Lüferin, istavritin ne zaman yeneceği bilinir. Eski İstanbul’da, kadın balıkları çok iyi tanır meselâ. Ancak alıp getirmek, ayıklamak ve pişirmek erkeğin işidir.”
“Aynı şekilde ağaç kültürü… İstanbul’un kendine ait ağaçları vardır. Biz her gördüğümüz ağacı çınar zannederiz. Oysa çınar meydan ağacıdır, bahçelerde selvi, tekke ve türbelerde çitlembik, yalı bahçelerinde manolya, korularda erguvan bulunur. İşin ilginci, bu ağaçların pek çoğu hâlâ yaşıyor. Ancak kimse gidip de bakmıyor, merak edip öğrenmiyor.”
Gastronomi, yani yeme alışkanlıklarına gelince… Yerli enginarın hangi ayda çıkacağını (nisan ayının ortası), onu beklediğini belirtiyor hoca. Aşurenin, nevruzun, hıdırellezin İstanbullu için anlamı olduğunu, bu zamanlara özel mutfak alışkanlıkları olduğunu anlatıyor. “İstanbullunun mutfağının temeli balıktır. Dana eti yenmez meselâ. Kuzu yenir, o da ancak hıdırellezde kesilebilir. Hıdırelleze kadar kıyılmaz kuzuya. İstanbul efendisi, hıdırellezde evi için başta bir kuzu olmak üzere alışveriş yapar; mutfağa erzak, hanımına çiçek almadan eve gelmez.”

Erguvanları nerede seyredelim?
Haluk Dursun’un İstanbul’u, sanki bir masal şehri. Oysa, biz de onun yaşadığı İstanbul’da yaşıyoruz; aynı yerleri görüp aynı yollardan geçiyoruz. Meraksızlığımızın, heyecansızlığımızın birer vesikası olarak, İstanbul’da yaşayıp İstanbullu olamıyoruz. Bu durumu değiştirmek için ne yapmak gerek? Elbette önce bakış açımızı değiştirmeli, sonra da hiç vakit kaybetmeden çocuklarımıza İstanbul’u öğretmeliyiz. “Ben” diyor Haluk Dursun, “İstanbul’da ne olsa kızımı götürüp gösteririm. O çocukluğundan beri mor salkımın açtığını, erguvanların büyüdüğünü görür. Gittiğim her yere götürür, evde yemek yaparken de onunla birlikte yaparım. Balıklarla tanışıktır o…



Erguvan demişken,
Mayıs ayına gelince, Dursun Hoca “erguvan bayramı” dediği, erguvan bayramı olarak yaşadığı günleri şöyle tasvir ediyor:
“Çubuklu Hidiv Korusu’nda, Kanlıca tepelerinde, Mihrâbâd Korusu’nda, Küçüksu Sevda Tepesi’nde, Kandilli Cemile Sultan Korusu’nda öbek öbek beliren Rumi erguvanlar, Vaniköy Papaz ile Kuzguncuk Fethi Paşa Koruları’nda küçük gruplardan toplu gösterilere geçerek değişik renk tonlarıyla Boğaz’ın Anadolu yakasını Süheyl Ünver’in deyimiyle ‘Erguvan Nuru’na dönüştürürler. Genellikle hepsinin ‘pembelikte imtizaç etmiş tenleri’ gözlerimizi üzerlerine celb eder.”
İstanbul bir nostalji kenti değil
 Son sualimizi yöneltiyoruz İstanbul âşığına: “İstanbul’a şimdiye kadar yapılmış en büyük kötülük nedir?” Bu soruya, merhum Münevver Ayaşlı’dan işittiği bir tespitle cevap veriyor Dursun: “İstanbul’a en büyük kötülüğü imar sevdalısı belediye başkanları yapmıştır.” Ancak, yine de ümitsizliğe kapılmıyor. Bir gezginin yüreğine hançer gibi saplansa da kırık dökük damlarından estetik yoksunluğu akan İstanbul sokakları, yine de Üsküdar’daki tekkelerden Ortaköy’deki saraylara, köşklerden korulara pek çok güzellikten bahsediyor. Bunları anlatırken, sürekli altını çizdiği bir şey var: İstanbul hâlâ yaşıyor. Yeter ki gezmek, tanımak isteyelim. Gençlerin gezmeye vakit ayırmasını, öğrenmeye iştiyaklarının olmasını arzu eden Haluk Dursun, İstanbul’un bir nostalji kenti olmadığını, bu güzel kentte halihazırda yaşanacak sayısız güzelliğin bulunduğunu tekrar tekrar söylüyor…
Haluk Dursun anlatıyor:
İstanbul’da nerede ne yenir?
Karaköy’deki Liman Lokantası’nda, Çırağan Sarayı’ndaki Tuğra’da, Kuruçeşme’deki Divan’da, Yeniköy’de Le Classique ve Cafe Keyif’de, Ortaköy, Arnavutköy, Hisar, Tarabya gibi yerlerde yediğiniz yemeğin ardından, ister Bebek Oteli’nin deniz karşısındaki masalarının birinden Bebek koyuna uzanarak, ister Emirgan çınarlarının altında suların musikisine dalarak çayınızı yudumlayabilirsiniz.
Dilerseniz karşı tarafta Anadolu Kavağı’ndaki balık, midye, Beykoz’da paça, Kanlıca’da yoğurt yiyebilir veya Yuşa Tepesi’ne, Anadolu Kavağı Ceneviz Kalesi’ne, Burunbahçeye, Beykoz’un çayır köylerine, Mihrabâd’a mesireye çıkabilirsiniz. Kuzguncuk Fethi Paşa Korusu’ndaki bir köşkte yemek yemeniz, Çamlıca tepesinden Boğaz’ı temaşa etmeniz mümkündür.

 Kuru fasulye nerede yenir?
Tiranlı Köfteci Şaban’da yenir. İstanbul uzun süre kuru fasulyeye pek yüz vermemişse de, zamanla Anadolu İstanbul’a aktıkça ve esnaf lokantaları çoğaldıkça fasulye göze girmeye başlamış. Sirkeci Beyazıt civarında yoğunlaşan bu lokantalardan biri de Tiranlı Köfteci Şaban’dır. Ayrıca Süleymaniye’de Kanaat Lokantası, Fatih’de Hünkar Lokantası tercih edilebilir.
 Çay ve pasta?
Sarıyer’in meşhur Karaköy Börekçisi, Yeniköy ve İstinye’nin Zeynelleri,  Emirgân Çınaraltı’nın çayı, Bebek’in badem ezmesi, Çengelköy pastaneleri,  Ayrıca çay içmek için Riyaziyeci İzzet Bey Sokağı’ndaki yalıdan çevrilen kafe: Güzelcehisar Cafe.
Balık nereden alınır? Kumkapı halinden alınır. Karaköy'e sandallarla getirilmektedir. Balıktan sonra mutlaka tahin helva yenmelidir.  Tahin helva Laleli-Fatih'te Koska, Eminönü'de Hacı bekir, Kadıköyde Cafer Erol, Beyoğlunda Üç Yıldız'dan alınır.
İstanbul’lu’nun bayram hediyesi
Bayramlarda hediye olarak baklava değil akide şekeri götürülür. Akidenin bugünkü şeklini oluşturan merhum şekerci Hacı Bekir’dir. Ayrıca Hafız Cemil Efendi’nin dükkanı da hâlâ Kadıköy’de hizmet vermektedir.
 İstanbul’lu Mihrabad’da bülbülleri dinler
İstanbullu bülbül dinlemeye çıkar. İstanbul’da en çok bülbül dinlenen yer Mihrabad Koyu’dur. Ayrıca Küçük Çamlıca Parkı’ndaki korunun derinliklerinde, Çubuklu’daki Hidiv Kasrı’nın korusuna, Emirgan, İstinye ve Bebek’e gidilebilir.
İstanbul’lu’nun kokusu; Ağa caminin yanındaki eczaneden alınacak olan lavanta kokusu, has İstanbul hanımefendisi ve beyefendisinin kokusu Rebul kolonyasıdır.
Gerçekten de Meraklısına İstanbul diye yazılarını okuduğum, gezilerine katıldığım Haluk Hocamızın bu yazısı ve bilgileri okunmaya, öğrenilmeye değer bilgiler.
Kitabı aldım, gazetede bu bilgiler çıktı, sayfasında takip ediyorum, size ne kaldı. Bu bilgiler ışığında yaşadığınız şehri turist gibi gezebilmek, yani Sayın Haluk Hocanın dediğini gibi "İstanbul'da Yaşama sanatı"nı öğrenebilmek.
"Ele geçmezse sevdiğimiz,
Çare yok, eldekini sevmeliyiz"
İstanbul, tam da bu noktada yani şimdilerde eldekiyle sevilmesi ve kaybedilmemesi gereken bir şehir. 
Yeter ki ona sahip olalım, güzelliklerini kaybetmeyelim, özellikle apartmanlardan sarkan çamaşır, yünlerle çirkinleştirmeyelim, bakınca balkonlarından çiçekler sarkan, dış cephe boyamalarıyla içimiz açılan bir görüntü sergileyelim. 
Hiç olmazsa beyaz bir kireç ile boyayalım yine de görüntüsünü bozmayalım,