25 Haziran 2016 Cumartesi

İSTANBUL'U BİR GÜNDE GEZEBİLMEK

 MERAKLISINA
PROF.DR. HALUK DURSUN'DAN ÖNERİLER 
“İstanbul’un diğer şehirlerden ayrı taraflarını görmesi lazım. Evvela Sultanahmet Meydanı’na gelmesi lazım. Hem Ayasofya başta olmak üzere Bizantik dönem eserlerini görebilir, hem de Sultanahmet Camii’ni, taşları, Hipodrom Meydanı’nı… Çinili Köşk’ü görmesi şart, Arkeoloji Müzesi’ni de… Buralar görüldükten sonra muhakkak geleceği yer, Topkapı Sarayı. Eğer gerçekten meraklı biriyse, Topkapı Sarayı’nın yakınında Büyük Bizans Sarayı’nın mozaiklerini görebilir. Buraların gezilmesi öğlene kadar bitmelidir. Hattâ 10 dakikalık bir tur ile Yerebatan Sarnıcı da haritaya eklenebilir.”

Bu öneriyi yapan şu anda bir çırpıda okuduğum “İstanbul’da Yaşama Sanatı”nın yazarı Haluk Dursun. İstanbul’u görmek için ömrünün sadece bir gününü verebilen bahtsızı işte böyle teselli ediyor. 
Geliyoruz bir günün öğleden sonrasına:
“Eğer gezen kişi Müslüman’sa Eyüp Sultan’a gönderirim. Haliç ve Eyüp Sultan gezisi yaptırarak tarihi bölgeyi bir güne ancak böyle sığdırabilirim. Eğer yabancı ise Eyüp’e değil Boğaziçi’ne gönderirim. Boğaz’ı, yalıları, o bölgeyi gezmeli.” Anlıyoruz ki İstanbul'u görmek için eski İstanbul'u görmek şart.
Eyüp Sultan Camii ise yine Müslüman gezgin için İstanbul'un en önemli mekanlarından. Sahi, neden Süleymaniye değil de Eyüp Sultan? Neden bir günlük listenin içinden Koca Sinan'ın muhteşem eseri yok. "Çünkü Eyüp Sultan'ın İstanbul için önemi daha büyük. Süleymaniye bir mimari mekanlar bütünüdür, muhteşemdir. Ancak; Eyüp bir mistik mekan ve makamdır. Kişi Süleymaniye'de görür, lakin Eyüp'de hisseder."
Ayasofya’yı turist gibi gezmeyin
Listede dikkat çeken bir başka mekân da Çinili Köşk. Pek çoğumuzun görmediği, görse de neresi olduğunu bilmediği Çinili Köşk için Haluk Dursun bakın ne diyor: “Çinili Köşk Fatih’in yadigârıdır. Fatih döneminden kalan tek eserdir. Ancak görmemiş olan çok kişi var; insanlar böyle bir eseri merak etmiyorlar…”

İstanbul gezisi için kısıtlı değil geniş zamana sahip olanlar için yazılmış “İstanbul’da Yaşama Sanatı” kitabında, örneğin;  Sultanahmet ziyaretine yönelik şu nefis satırlarla güzel tavsiyelerde bulunuyor Haluk Dursun,
“Sultanahmet’e öyle doğrudan turistler gibi girivermeyin. Arasta’ya inen yolun üzerindeki tepeciğe çıkın, Hünkar Kasrı üzerinden kubbe ve minarelerini bakışlarınızın içine hapsedin. Yok daha manevî hisler uyandıran, daha derunî tatlar ortaya çıkaran bir ziyaret isterseniz, İbrahim Paşa Sarayı’na arkanızı dönüp, caminin avlu kapısından içeri girip, o taş merdivenleri ağır ağır çıkarak gözünüzü önce iç avluya, sonra şadırvana ve daha sonra birer birer, kubbelere yöneltin. O kubbelerle birlikte siz de arşa yükselin.”
Mistik mekânlar da iyi bilinmeli
Haluk Dursun, Ayasofya Müzesi’nde devam ettiği görevi için mesaiye gelirken çoğunlukla kendisine tahsis edilen makam arabasını kullanmadığını, bunun yerine vapuru tercih ettiğini anlatıyor. Bu arada, Ayasofya’yı da, Topkapı Sarayı’nı da en çok hafta içi ziyarete kapalı olduğu günler sevdiğini belirten hocaya, Ayasofya’nın İstanbul için önemini soruyoruz:
“Ayasofya bir Bizans eseridir. Bizans eserleri görülmeden İstanbul tanınamaz. Bu açıdan çok önemlidir. İnsan istediği kadar Bizans’ı sevmesin, yine de bu eserleri görmek zorundadır. Gül Camii’ni, Zeyrek’i, Aya İrini Kilisesi’ni, Kariye Müzesi’ni görmeden İstanbul’u görmek mümkün değildir.”
Ancak, Bizantik eserler kadar, mistik mekânların da iyi bilinmesi gerektiğini vurguluyor Haluk Dursun. Galata Mevlevihanesi, Yenikapı Mevlevihanesi, Yahya Efendi Dergâhı, Aziz Mahmut Hüdayi, Sümbül Efendi bilinmelidir İstanbullu olmak için.
Aslına bakarsanız, İstanbul’da nerelerin gezilmesi gerektiğine dair bir sohbet için Haluk Dursun’la günlerce konuşmak, hatta birlikte dolaşmak gerekir. Çünkü yukarıda şimdiye kadar zikredilen mekanlar, hocanın aklına ilk gelen ve İstanbul’u az bilenlere yönelik tavsiye edilmiş mekanlar. Oysa, Atik Valide Külliyesi’nden Sultan Abdulaziz’in Av köşküne kadar öyle çok mekan, çeşme, kasır, yalı ve cami var ki…

İstanbul’un derununa aşina olmak
Şu anda İstanbul’da görülmesi gereken noktaları bir liste haline dönüştürdüğünü, bu listenin yüz otuz maddeyi bulduğunu, ancak henüz kesinleşmediğini belirten Dursun, “zaten sadece bu listedeki yerleri gezmek de yetmez” diyor. “İstanbul gezmekle bitmez. Ben hâlâ yeni bir semt ismi öğrenebiliyorum. Elimde defter ve kalem, sürekli gezmeye devam ediyorum. Ancak, İstanbul’u yaşamak isteyen kişi için, gezmek kâfi gelmez. İstanbul’un bir kültürü, geleneği vardır. Bu geleneği bilmesi gerekir ki, ben buna ‘derununa âşina olmak’ diyorum.”
“İstanbul’u bir yüzeyden, satıhtan görmek var, bir de derinliğine girmek var. Bunun için altyapıyı bilmeniz lazım. İstanbul’un kültürüne aşina olmanız lazım” diyen Haluk Dursun, İstanbul’un yalnızca mekân değil, aynı zamanda “insan” şehri de olduğunu belirtiyor. Bununla da bitmiyor; bir de musiki var. Yani, İstanbul, insan, mekan ve elhan (nağmeler) şehri…
“İstanbul, insanlar şehridir. Necip Fazıl’dan Yahya Kemal’e, ‘İstanbullu’ prototipi mevcuttur. İstanbullu, musiki bilir, icra eder, kulak verir. Eski insan üç cepheden müteşekkildir: Akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim. Günümüzde ilk iki şart daha rahat sağlansa da, zevk-i selimde eksiklikler göze çarpmaktadır. Bunun için güzel sanatlarla meşgul olmak elzemdir. Mesela İstanbul’da en güzel ezanlar okunmalıdır. Güzel okunan ezan, İstanbul’un sesidir.”
Bayram namazı Süleymaniye’de kılınır.
Haluk Dursun Hoca, İstanbul’da yaşayan erkeğin bayram namazını mutlaka Süleymaniye yahut bir Selâtin camiinde, en azından Mimar Sinan Camii’nde kılması gerektiğini, mahalle mescidinde bayram namazı kılınmayacağını da ekledikten sonra, bir hatırasını anlatıyor:
“Güzel ezan okuyan bir arkadaşımız var Mustafa adında. Bir defasında bir ekiple Kuzey Bulgaristan’da Şumlu Camii’ne gittik. Oralarda, gittiğim yerlerde, beni tanırlar. Camide ‘ezanı bizim arkadaş okusun’ dedim, kabul ettiler. Mustafa çıktı, hicaz usulü okudu ikindi ezanını. Ekipte bulunan Mehmet Şevket Eygi Ağabey, benim ezanı Mustafa’ya okutturduğumu bilmiyordu. Koşa koşa geldi heyecanla; nasıl sevinmiş… ‘Haluk,’ dedi, ‘burada İstanbul usulü ezan okunuyor!’” 

İstanbul mutfağının temeli balıktır
İstanbul kültürünü, yalnızca insan, mekan ve elhanla da sınırlamıyor Haluk Dursun. Aynı zamanda, bu kültürü oluşturan bir altyapı, İstanbul’un kendine ait şehirsel özellikleri var. Haluk Dursun, “İstanbul’un gastronomi dediğimiz yemek kültürü, flora denilen bitki kültürü, mimarisi, sosyolojisi ve din kültürü, musiki kültürü, fauna dediğimiz hayvan yapısı, tasavvuf kültürü, bilinmelidir. Örneğin kendine has balıkları, kuşları vardır İstanbul’un. Lüferin, istavritin ne zaman yeneceği bilinir. Eski İstanbul’da, kadın balıkları çok iyi tanır meselâ. Ancak alıp getirmek, ayıklamak ve pişirmek erkeğin işidir.”
“Aynı şekilde ağaç kültürü… İstanbul’un kendine ait ağaçları vardır. Biz her gördüğümüz ağacı çınar zannederiz. Oysa çınar meydan ağacıdır, bahçelerde selvi, tekke ve türbelerde çitlembik, yalı bahçelerinde manolya, korularda erguvan bulunur. İşin ilginci, bu ağaçların pek çoğu hâlâ yaşıyor. Ancak kimse gidip de bakmıyor, merak edip öğrenmiyor.”
Gastronomi, yani yeme alışkanlıklarına gelince… Yerli enginarın hangi ayda çıkacağını (nisan ayının ortası), onu beklediğini belirtiyor hoca. Aşurenin, nevruzun, hıdırellezin İstanbullu için anlamı olduğunu, bu zamanlara özel mutfak alışkanlıkları olduğunu anlatıyor. “İstanbullunun mutfağının temeli balıktır. Dana eti yenmez meselâ. Kuzu yenir, o da ancak hıdırellezde kesilebilir. Hıdırelleze kadar kıyılmaz kuzuya. İstanbul efendisi, hıdırellezde evi için başta bir kuzu olmak üzere alışveriş yapar; mutfağa erzak, hanımına çiçek almadan eve gelmez.”

Erguvanları nerede seyredelim?
Haluk Dursun’un İstanbul’u, sanki bir masal şehri. Oysa, biz de onun yaşadığı İstanbul’da yaşıyoruz; aynı yerleri görüp aynı yollardan geçiyoruz. Meraksızlığımızın, heyecansızlığımızın birer vesikası olarak, İstanbul’da yaşayıp İstanbullu olamıyoruz. Bu durumu değiştirmek için ne yapmak gerek? Elbette önce bakış açımızı değiştirmeli, sonra da hiç vakit kaybetmeden çocuklarımıza İstanbul’u öğretmeliyiz. “Ben” diyor Haluk Dursun, “İstanbul’da ne olsa kızımı götürüp gösteririm. O çocukluğundan beri mor salkımın açtığını, erguvanların büyüdüğünü görür. Gittiğim her yere götürür, evde yemek yaparken de onunla birlikte yaparım. Balıklarla tanışıktır o…



Erguvan demişken,
Mayıs ayına gelince, Dursun Hoca “erguvan bayramı” dediği, erguvan bayramı olarak yaşadığı günleri şöyle tasvir ediyor:
“Çubuklu Hidiv Korusu’nda, Kanlıca tepelerinde, Mihrâbâd Korusu’nda, Küçüksu Sevda Tepesi’nde, Kandilli Cemile Sultan Korusu’nda öbek öbek beliren Rumi erguvanlar, Vaniköy Papaz ile Kuzguncuk Fethi Paşa Koruları’nda küçük gruplardan toplu gösterilere geçerek değişik renk tonlarıyla Boğaz’ın Anadolu yakasını Süheyl Ünver’in deyimiyle ‘Erguvan Nuru’na dönüştürürler. Genellikle hepsinin ‘pembelikte imtizaç etmiş tenleri’ gözlerimizi üzerlerine celb eder.”
İstanbul bir nostalji kenti değil
 Son sualimizi yöneltiyoruz İstanbul âşığına: “İstanbul’a şimdiye kadar yapılmış en büyük kötülük nedir?” Bu soruya, merhum Münevver Ayaşlı’dan işittiği bir tespitle cevap veriyor Dursun: “İstanbul’a en büyük kötülüğü imar sevdalısı belediye başkanları yapmıştır.” Ancak, yine de ümitsizliğe kapılmıyor. Bir gezginin yüreğine hançer gibi saplansa da kırık dökük damlarından estetik yoksunluğu akan İstanbul sokakları, yine de Üsküdar’daki tekkelerden Ortaköy’deki saraylara, köşklerden korulara pek çok güzellikten bahsediyor. Bunları anlatırken, sürekli altını çizdiği bir şey var: İstanbul hâlâ yaşıyor. Yeter ki gezmek, tanımak isteyelim. Gençlerin gezmeye vakit ayırmasını, öğrenmeye iştiyaklarının olmasını arzu eden Haluk Dursun, İstanbul’un bir nostalji kenti olmadığını, bu güzel kentte halihazırda yaşanacak sayısız güzelliğin bulunduğunu tekrar tekrar söylüyor…
Haluk Dursun anlatıyor:
İstanbul’da nerede ne yenir?
Karaköy’deki Liman Lokantası’nda, Çırağan Sarayı’ndaki Tuğra’da, Kuruçeşme’deki Divan’da, Yeniköy’de Le Classique ve Cafe Keyif’de, Ortaköy, Arnavutköy, Hisar, Tarabya gibi yerlerde yediğiniz yemeğin ardından, ister Bebek Oteli’nin deniz karşısındaki masalarının birinden Bebek koyuna uzanarak, ister Emirgan çınarlarının altında suların musikisine dalarak çayınızı yudumlayabilirsiniz.
Dilerseniz karşı tarafta Anadolu Kavağı’ndaki balık, midye, Beykoz’da paça, Kanlıca’da yoğurt yiyebilir veya Yuşa Tepesi’ne, Anadolu Kavağı Ceneviz Kalesi’ne, Burunbahçeye, Beykoz’un çayır köylerine, Mihrabâd’a mesireye çıkabilirsiniz. Kuzguncuk Fethi Paşa Korusu’ndaki bir köşkte yemek yemeniz, Çamlıca tepesinden Boğaz’ı temaşa etmeniz mümkündür.

 Kuru fasulye nerede yenir?
Tiranlı Köfteci Şaban’da yenir. İstanbul uzun süre kuru fasulyeye pek yüz vermemişse de, zamanla Anadolu İstanbul’a aktıkça ve esnaf lokantaları çoğaldıkça fasulye göze girmeye başlamış. Sirkeci Beyazıt civarında yoğunlaşan bu lokantalardan biri de Tiranlı Köfteci Şaban’dır. Ayrıca Süleymaniye’de Kanaat Lokantası, Fatih’de Hünkar Lokantası tercih edilebilir.
 Çay ve pasta?
Sarıyer’in meşhur Karaköy Börekçisi, Yeniköy ve İstinye’nin Zeynelleri,  Emirgân Çınaraltı’nın çayı, Bebek’in badem ezmesi, Çengelköy pastaneleri,  Ayrıca çay içmek için Riyaziyeci İzzet Bey Sokağı’ndaki yalıdan çevrilen kafe: Güzelcehisar Cafe.
Balık nereden alınır? Kumkapı halinden alınır. Karaköy'e sandallarla getirilmektedir. Balıktan sonra mutlaka tahin helva yenmelidir.  Tahin helva Laleli-Fatih'te Koska, Eminönü'de Hacı bekir, Kadıköyde Cafer Erol, Beyoğlunda Üç Yıldız'dan alınır.
İstanbul’lu’nun bayram hediyesi
Bayramlarda hediye olarak baklava değil akide şekeri götürülür. Akidenin bugünkü şeklini oluşturan merhum şekerci Hacı Bekir’dir. Ayrıca Hafız Cemil Efendi’nin dükkanı da hâlâ Kadıköy’de hizmet vermektedir.
 İstanbul’lu Mihrabad’da bülbülleri dinler
İstanbullu bülbül dinlemeye çıkar. İstanbul’da en çok bülbül dinlenen yer Mihrabad Koyu’dur. Ayrıca Küçük Çamlıca Parkı’ndaki korunun derinliklerinde, Çubuklu’daki Hidiv Kasrı’nın korusuna, Emirgan, İstinye ve Bebek’e gidilebilir.
İstanbul’lu’nun kokusu; Ağa caminin yanındaki eczaneden alınacak olan lavanta kokusu, has İstanbul hanımefendisi ve beyefendisinin kokusu Rebul kolonyasıdır.
Gerçekten de Meraklısına İstanbul diye yazılarını okuduğum, gezilerine katıldığım Haluk Hocamızın bu yazısı ve bilgileri okunmaya, öğrenilmeye değer bilgiler.
Kitabı aldım, gazetede bu bilgiler çıktı, sayfasında takip ediyorum, size ne kaldı. Bu bilgiler ışığında yaşadığınız şehri turist gibi gezebilmek, yani Sayın Haluk Hocanın dediğini gibi "İstanbul'da Yaşama sanatı"nı öğrenebilmek.
"Ele geçmezse sevdiğimiz,
Çare yok, eldekini sevmeliyiz"
İstanbul, tam da bu noktada yani şimdilerde eldekiyle sevilmesi ve kaybedilmemesi gereken bir şehir. 
Yeter ki ona sahip olalım, güzelliklerini kaybetmeyelim, özellikle apartmanlardan sarkan çamaşır, yünlerle çirkinleştirmeyelim, bakınca balkonlarından çiçekler sarkan, dış cephe boyamalarıyla içimiz açılan bir görüntü sergileyelim. 
Hiç olmazsa beyaz bir kireç ile boyayalım yine de görüntüsünü bozmayalım,